Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu… Hukukçular Derneği Genel Başkanı Gülseren: İlk Etapta Topluma Güven Verecek Alanlarda Düzenleme…
(TBMM) – Hukukçular Derneği Genel Başkanı Mehmet Melih Gülseren, TBMM Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nda; “Silahların tamamen bırakılmasının yanında huzuru kalıcı kılacak yasal düzenlemelerin önerilmesi ve hazırlanması da bu komisyonun sorumlulukları arasındadır. Bizim kanaatimiz ilk etapta düzenlemelerin topluma güven verecek alanlarda yapılması yönündedir. Öncelikle sosyal haklara ilişkin düzenlemeler hayata geçirilmelidir. Toplumda bir ön kabul sağlandıktan sonra infaz yasası, terörle mücadele kanunu gibi mevzuat düzenlemeleri gündeme alınmalıdır. Unutulmamalıdır ki, cezaevindeki terör hükümlüleri ve tutuklularının tahliyesine yönelik beklentiler bugün için toplum tarafından kabul edilebilir değildir” diye konuştu.
Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un başkanlığında TBMM Tören Salonu’ndaki 13. toplantısını sürdürüyor.
Komisyonda konuşan Hukukçular Derneği Genel Başkanı Mehmet Melih Gülseren, sürecin Türkiye’ye özgü olduğunu belirterek başarıya ulaşması için toplumun tüm kesimlerinin sürece katkı vermesi, toplumsal psikolojinin doğru ve ortak bir şekilde yönlendirilmesinin büyük önem taşıdığını ifade etti. Sürecin devamında etkileşimli yöntemler geliştirmek ve somut çözümler üretmenin zorunlu olduğu söyleyen Gülseren, “Zira son dönemde Terörsüz Türkiye hedefine karşı olan dış güçler ile içeride terörden beslenen çevreler provokasyonlar, manipülasyonlar ve gerçeğe aykırı yönlendirmelerle süreci baltalamaya çalışmaktadır. Yazılı ve görsel medyada ve dijital mecralar üzerinden Kürt kökenli vatandaşlarımıza yönelik küçük düşürücü ifadeler kullanılmakta, toplumsal şiddete yöneltici, kötü niyetli söylemler dile getirilmektedir” dedi.
“Güvenlik güçleri ve denetim kurumları aracılığıyla kışkırtıcı ve çatışmaya dönük girişimlerin önü kesilmelidir”
Gülseren, ayrıca süreci bir kahramanlık gibi sunmaya çalışanların da toplumu rahatsız eden görüntüler verdiğine dikkat çekerek “Kanaatimizce her iki tutumun da merkezinde terörden çıkar sağlama amacı bulunmaktadır. Güvenlik güçleri ve denetim kurumları aracılığıyla bu tür kışkırtıcı ve çatışmaya dönük girişimlerin önü kesilmelidir. Bu sürecin sağlayacağı yarar siyaset üstündür ve doğrudan milletimizin yüksek menfaatinedir. Sürecin kişisel hırsla uğruna heba edilmesine yol açabilecek söz ve yaklaşımlardan uzak durulmalıdır. Sürecin sağlıklı yürümesi için toplumu kin ve nefrete sevk eden provokatif eylemlere, yazılı ve görsel basın açıklamalarına, sosyal medya paylaşımlarına izin verilmemesi, bunları yapanlar hakkında cezai ve idari işlemlerin uygulanması hususunda gerekiyorsa sürece özel mevzuat değişiklikleri yapılmalıdır” diye konuştu.
“Silahların tamamen bırakılmasının yanında huzuru kalıcı kılacak yasal düzenlemelerin önerilmesi ve hazırlanması da bu komisyonun sorumlulukları arasında”
Süreçte bilgi kirliliğine karşı güven inşası için süreçle ilgili olarak Kürt kökenli vatandaşlara ilgili kurumlarca Kürtçe SMS’ler gönderilebileceği önerisinde bulunan Gülseren, şunları kaydetti:
“Silahların tamamen bırakılmasının yanında huzuru kalıcı kılacak yasal düzenlemelerin önerilmesi ve hazırlanması da bu komisyonun sorumlulukları arasındadır. Bizim kanaatimiz ilk etapta düzenlemelerin topluma güven verecek ve Terörsüz Türkiye hedefine olan inancı güçlendirecek alanlarda yapılması yönündedir. Öncelikle sosyal haklara ilişkin düzenlemeler hayata geçirilmelidir. Bunun yanında önemli adımlar arttırılmalı. Toplumda bir ön kabul sağlandıktan sonra infaz yasası, terörle mücadele kanunu gibi mevzuat düzenlemeleri gündeme alınmalıdır. Unutulmamalıdır ki, cezaevindeki terör hükümlüleri ve tutuklularının tahliyesine yönelik beklentiler bugün için toplum tarafından kabul edilebilir değildir. Özellikle şehit ailelerimizin ve gazilerimizin hassasiyetleri zedelenmemelidir. Af niteliği taşıyan her türlü adımın ciddi toplumsal tepkilere yol açacağı göz önüne alınmalıdır.
“Hukuk güvenliğinin ve toplumsal vicdanın korunması, gözetilmesi gereken temel ilkeler arasında yer almalıdır”
Af veya benzeri bir mevzuat değişikliği olacaksa dahi bunlar ancak sürecin tüm aşamaları tamamlandıktan sonra uygulanabilir. Unutmamak gerekir ki adalet duygusunu tatmin etmeyen orantısız veya etkisiz cezalar caydırıcılığını yitirmektedir. Bugünlerde bu husus yoğun biçimde tartışılmaktadır. Dolayısıyla hukuk güvenliğinin ve toplumsal vicdanın korunması, gözetilmesi gereken temel ilkeler arasında yer almalıdır. Silahlı yapılar hangi nedenle eylemlerini bırakmış olursa olsun sonrasına dair bir tehlike vardır. Organize suç şebekelerine dönüşme riskini görmezden gelemeyiz. Terör örgütü üyelerinin özellikle terörün finansman kaynaklarından olan uyuşturucu ticareti, kara para aklama, kaçakçılık, insan kaçakçılığı gibi organize suç yapılarına evrilmemesi, dönüşmemesi için gerekli düzenlemeler yapılmalı, önleyici adımlar atılmalıdır. Silah bırakmak elbette önemli bir adımdır. Bu adımın doğru atılması ise elzemdir.”
“Irak, İran ve Suriye’ye de sirayet edecek bir süreç yürütülmesi elzemdir”
Gülseren, silahların teslimi, balistik incelemeleri ve imha yöntemleriyle denetim süreçlerinin en baştan belirlenmesi gerektiğini söyleyerek “Silah bırakanların topluma dönüşleri için kontrollü ve güvenli yaşam bölgeleri oluşturulmalı, topluma kazandırma programları uygulanmalıdır. Güven inşası için sembolik adımlar da önemlidir” dedi.
“Terörsüz Türkiye” idealinin aynı zamanda Suriye, İran ve Irak’ın da şiddetten arınması ile mümkün olabileceğini belirten Gülseren, “Ülkemizin güvenliği ve refahı bölgenin de güvenliğiyle doğru orantılıdır. Irak, İran ve Suriye’ye de sirayet edecek bir süreç yürütülmesi elzemdir. Aksi halde PKK bugün biter, ardından YPG veya SDG benzeri farklı bir yapı karşılık bulabilir. Terörsüz Türkiye süreci yüzlerce düzenleme ve çalıştırmayı gerektirebilir. Yapılacak her çalışma demokrasimiz ve ülkemiz için ayrı bir değer taşıyacaktır. Atılacak adımlar da terör mağduru vatandaşlarımız merkeze alınmalıdır” diye konuştu.
“Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bu ülkede bir siyasi dava ya da politik dava kavramı var”
Komisyoda konuşan Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Eş Genel Başkanı Serhat Çakmak, “Geldiğimiz süreçte arış ve demokratik toplum çağrısıyla birlikte üzerinde yaşadığımız coğrafyada halkların, kimliklerin, inançların, cinsiyetlerin, ekolojinin birlikte yaşayabileceği eşit ve özgür koşulları inşa etme fırsatı gelişmiştir” diyerek komisyona ayrıntılı bir sunacaklarını belirtti. Çakmak, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bu ülkede bir siyasi dava ya da politik dava kavramı var. Her ne kadar yasalarda tanımlanmış olmasa da, sağcısından solcusuna kadar her bir insanda bu dava kavramının varlığını kabul etmektir. Farklı dönemlerde farklı kesimler maruz kalsa bile bu gerçeklik maalesef var. Şeyh Said yargılamasından Seyit Rıza’ya kadar, 49’lar davasından Aydınlar dilekçesine kadar 60 darbesi, 80 darbesi, 90’lı yıllardaki uygulamaların yaratmış olduğu davalar, OHAL sürecindeki yargılamalar bu ülkedeki bir politik dava gerçekliğini göz önüne koymaktadır.
“Yargıç ve savcıların siyasal iktidarların ideolojisine yakın kesimler tarafından belirlenmesi yargı bağımsızlığının önünde ciddi bir engeldir”
Bunların yürütülüş şekliyle birlikte Terörle Mücadele Kanunu’nda, Ceza Kanunu’nda, Ceza Usul Kanunu’nda, İnfaz Kanunu’nda da bu istisnai rejimin yürütülmesi için kanunlara maalesef maddeler eklenmiştir. Bu yargılamalar bize yargı-siyasal iktidar ilişkisini, hukuk-iktidar ilişkisini bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Eğer yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını tartışacaksak bu politik dava mantığını ve beraberinde getirmiş olduğu istisnai yargılamalar mantığını da masaya koymamız ve bu kapsamda çalışmalar yürütmemiz gerekiyor.
Yine Cumhuriyet tarihinden bugüne kadar bir bürokratik atama geleneği var. Nedir bu bürokratik atama geleneği? O da şudur: Maalesef özellikle hakim ve savcılarda olduğu gibi üst bürokraside de çok fazla karşılaşıyoruz. Yargıç ve savcıların siyasal iktidarların ideolojisine yakın kesimler tarafından belirlenmesi ve bu ideolojiye yakın insanların belirlenmesi olarak gözümüze çarpıyor ve bunlar yargı bağımsızlığının önünde ciddi bir engeldir.”
“Hakimin güvencesi artırılarak siyasal müdahale ile etki etme yolu kapatılmalıdır”
Çakmak, bağımsız ve tarafısız yargı görünümünün sağlanması için öncelikli olarak Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun yapısı, çalışma biçimleri ve üye belirleme yöntemlerinin değiştirilmesi gerektiğini vurguladı.Çakmak, şöyle devam etti:
“İnsan hakları temel metinlerinin uygulanmasının sağlanması için hakim ve savcıların denetlenmesinin yolunun açılması, soruşturma süreçlerinin denetlenmesi, etkin soruşturmaların yapılmasının sağlanması için bu mekanizmaların aktif olarak çalıştırılması gerekmektedir. Hakimin güvencesi artırılarak siyasal müdahale ile etki etme yolu kapatılmalıdır. Hakim ve savcıların kararlarında uluslararası yargı kurallarına uygun karar vermesi için yasal ve pratik düzenlemeler yapılması gerekmekte. Aynı zamanda 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 13. maddesinin değiştirilmesi gerekmekte. Yine 3713 sayılı yasanın 4. maddesi ve 5. maddesinin mülga edilmesi gerekir. Aslında bizim temel beklentimiz 3713 sayılı yasanın komple kaldırılması ama mevcut koşulları ve bu sürecin aşamalı olarak ilerlediği göz önünde bulundurduğumuzda burada aşamalı olarak belli maddelerin mülga, belli maddelerin de değiştirilmesinin doğru olacağını düşünmekteyiz.”
“Türkçe’nin yanı sıra yaşayan diller ve lehçelerde seçmeli ve isteğe bağlı ana dil eğitimi yapılabilir”
Türkiye’de bir başka sorunun ise ana dil hakkının kullanımının önündeki engeller olduğunu dile getiren Çakmak, “En genel metin olarak Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 2 ve 26. maddesi, yine Medeni Haklar ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmeler, yine Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı, Çocuk Dil Hakları ve Çocuk Haklarına Dair Sözleşme. Tabii bu sözleşmelerin bazılarına ülkemiz taraf ama bazı maddelerine, özellikle dil ile ilgili maddelerine çekince konulmuş. Bu çekincelerin kaldırılmasıyla bir aşama geçilmiş oluyor” ifadelerini kullandı. Çakmak, şöyle konuştu:
“Yine Anayasa’nın 42. maddesi şu şekilde revize edilebilir: ‘Eğitim ve öğretim kurumlarında Türkçe’nin yanı sıra yaşayan diller ve lehçelerde seçmeli ve isteğe bağlı ana dil eğitimi yapılabilir. Bu eğitimin usul ve esasları kanunla düzenlenir. Şeklinde bir değişiklik yapılabilir’. Yine Milli Eğitim Kanunu’nda amaç ve ilkeler kısmına, ‘Türk Milli Eğitimi, Türkiye’de yaşayan vatandaşların farklı dil ve kültürlerinin geliştirilmesi ve yaşatılması için gerekli imkanları sağlamakla yükümlüdür’ eklenebilir. Bu kapsamda bir değişiklik ve ana dilde eğitimle ilgili de beklentiler karşılanır. Ülkemizdeki zenginlik olan farklı kültürlerin, farklı kimliklerin kendi dillerini konuşabilmelerinin de olanakları yaratılabilir.”
“Ortadaki cenaze hepimizin cenazesi ve hepimizin sırtında bu cenazeyi hep birlikte kaldırma yükümlülüğü var”
ÖHD Eş Genel Başkanı Ekin Yeter Moray, komisyonda yaptığı konuşmada, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında ortak geçmişe sahip olunduğun değinerek, “Biz neden ortak bir geçmişi, ortak bir geleceği taşıyamadık? Hepimizin sırtında gerçekten bunun yükü var. Yaşadıklarımızın da aslında sebebi ortak geleceği inşa edememe meselesidir” dedi. Moray, şöyle devam etti:
“Sonrasında halklar bakımından inşa edilen tekçil merkeziyetçi ve yargı bağımsızlığını esas almayan bir rejimin inşasıyla bütün halklar bakımından haksızlığın, hukuksuzluğun, haklısızlığın, hakikatsizliğin geliştiği bir rejimde yaşamak zorunda kaldık. Haliyle ortak geleceği hep birlikte inşa edemedik. Şimdi ortadaki cenaze hepimizin cenazesi ve hepimizin sırtında bu cenazeyi hep birlikte kaldırma yükümlülüğü ve sorumluluğu var. Haliyle bu ortak geleceği inşa ederken öncelikle temel metinler nasıl olmalı?
Tekçilik, merkeziyetçilik ve yargı bağımsızlığının esas alınmadığı bir rejimden bahsettik. Haliyle temel metinler, anayasa ve devamındaki metinler düzenlenirken de bu üçünün sorgulanması ve bu kapsamda bunların terk edildiği bir toplumsal sözleşmenin halklar tarafından sağlanması gerekir. Bu toplumsal sözleşmenin kurucusunun devlet mekanizması değil halk olduğu, bu konuda sivil toplumun, kadınların ve bütün kesimlerin söz kurabildiği ve kendini ifade edebildiği mekanizmalarla bu meselenin tartışılması ve demokratik bir sistemde bu metinlerin oluşturulması gerekiyor.
Bunun dışında bu temel metinler halkları şu an ne kadar uzaklaşmışsak birbirine yakınlaştıran ve kurucu iktidarını halktan alan, ileride halkların birbirini asimile etme, birbirini yok etme, birbirini imha etme tehlikesinin olmadığı metinlerle ancak sağlanabilir. Anayasa metinleriyle bu mesele çözülmeyecek. Bütünsel bir hukuk kapsamında, temelini toplumsal sözleşmeden alan ama bu ülkedeki birçok alandaki bütün mevzuatta karşılığını bulan bir demokratikleşme, bir reform sürecinin gerçekleşmesine ihtiyaç var.”
“Terörle Mücadele Kanunu ve İnfaz Yasasındaki birçok madde ile birlikte siyasi mahpuslar için hapishanede onları ölüme terk edecek bir infaz rejimi inşa edildi”
Umut hakkının temel mesele olduğunu belirten Moray, “Türkiye’de siyasi mahpuslar için ayrımcı, ötekileştirici bir imtiyaz rejimi var. Bir istisna hüküm söz konusu. Türkiye’de idam cezasının Avrupa Birliği kriterleri, Kopenhag kriterlerinin uygulanması sürecinde kaldırılması ve ağırlaştırılmış müebbet infaz rejimine dönüşmesi gerçekliği söz konusuydu. Bu gerçeklikle birlikte Terörle Mücadele Kanunu ve İnfaz Yasası’ndaki birçok madde ile birlikte siyasi mahpuslar için hapishanede onları ölüme terk edecek bir infaz rejimi inşa edildi” ifadelerini kullandı. Moray, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bu infaz rejimi ile alakalı birçok uluslararası mekanizmaya yapılan başvuru söz konusu. Bu mekanizmalarda aynı kararlar, bu uygulamanın işkence yasağını ihlal ettiğine karar verdi. Bizim de aralarında bulunduğumuz birçok sivil toplum kurumu bu konuyla alakalı Türkiye’nin AİHM kararlarını uygulamaması noktasında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne birçok bildirimde bulunduk. Bu bildirimlerimiz neticesinde komite Türkiye hakkında bir denetim süreci başlattı. Geçtiğimiz eylül ayında gerçekleşen oturumda bir ara karar verdi komisyon. Komisyon dedi ki: ‘Biz Türkiye’de kurulan Meclis komisyonundan öneri bekliyoruz’. Yani haliyle buradaki komisyonun öneri alması gereken ilk mesele burada umut hakkı olmakta. Burada komitenin de belirttiği gibi komisyonun bir an evvel bunu gündemine alıp adım atması gerekmektedir.
“Umut hakkının bireysel ve kolektif birçok hakkı da demokratikleşme kapısından geçireceğini düşünüyoruz”
Bu sadece Sayın Öcalan açısından önem arz eden bir konu değil. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile hükümlü olan, şu anda ülkede Türkiye’nin açıkladığı verilerle 4 binden fazla politik mahpus bulunmakta. Aslında umut hakkının uygulanmasıyla birlikte bütün politik mahpuslar için çok önemli bir gelişme sağlanacak. ve Türkiye’nin demokratikleşmesi ve toplumsal barışın inşası noktasında çok önemli bir adım da atılmış olacaktır. Umut hakkının bireysel ve kolektif birçok hakkı da demokratikleşme kapısından geçireceğini düşünüyoruz.
Birincisi S ve Y tipi hapishanelerin inşası, ikincisi de idari gözlem kurulları. Bu iki konuya hasta mahpus konusunu ekleyerek bu üç konu hapishanelerde bir insanlık krizi yaşanmasına sebep olmakta. İdari gözlem kurulları, pandemi sürecinde çıkartıldı biliyorsunuz. Bütün politik mahpuslar hapishanede ikinci bir yargılanma mekanizmasıyla, bir pişmanlık beyanatlarıyla karşı karşıya bırakılıyor. Derneğimize yapılan başvurularda şu anda 350-330 tane siyasi mahpusun yatarını bitirmesine rağmen hapisten çıkamadığı gerçekliği ile karşı karşıyayız. Ağır hasta mahpusların tahliyesinin engellendiği, şu anda 631 tane ağır mahpusun hapishaneden çıkmak için tahliye, koşullu salıverilme, infaz erteleme için başvuru halinde olduğu ancak tahliyenin sağlanmadığı gerçekliği söz konusu.”
“En küçük bir soruşturmanın dahi yerinde kayyum atanmasına gerekçe gösterildiği bir rejim inşa edildi”
“İstisnaların kural haline getirildiği bir rejimde yaşamaktayız” diyen Moray, kayyum rejiminin de istisnaların kural haline getirildiği bir uygulama olduğunu vurguladı. Moray, şu ifadeleri kullandı:
“2016 yılında çıkartılan bir KHK’nin sonradan yasa haline getirilmesi ve en küçük bir soruşturmanın dahi yerinde kayyum atanmasına gerekçe gösterildiği bir rejim inşa edildi. Bu kapsamda 2016 yılında 95 tane belediyeye kayyum atandı, 93 belediye başkanı tutuklandı. 954 kişi ihraç edildi bin 913 tane işçi kıyımından geçirildi. 5 milyon seçmenin seçme-seçilme hakkı, iradesi elinden alındı. Bu uygulama 2019 yılında 56 belediyede devam etti. 2024 yılında da 12 belediye ve haliyle bu sadece bölgeyle sınırlı kalmadı, Türkiye’deki başka belediyelere de sirayet etti.
Bir bütün olarak topluma hafızasızlık, belediyedeki taşınmazların devredildiği, belediyelerin ağır borç altına sokulduğu, Kürtçe dilinin tabelalardan, parklardan söküldüğü bir rejim inşa edilmeye çalışıldı. Bu konuda kayyum rejiminin aşılması için öncelikle kurumumuzun da ilke olarak uyguladığı kadınların eşit temsiliyetinin siyasette, hukukta her alanda sağlanması adına uygulanan eş başkanlık sisteminin tanınması gerekmektedir. Bu konuda KHK ile daha sonra yasalaşan kayyum atanma maddelerinin 5393 sayılı yasadan kaldırılması gerekmekte. ve en önemlisi de kayyum rejiminin yarattığı tahribatların komisyon tarafından gündeme alınması ve bu tahribatların giderilmesi için Meclis’in harekete geçmesi gerekmektedir. Haliyle bütünsel bir hukukla, bir reformla demokratikleşmeyi sağlayabilmek adına uluslararası sözleşmelerdeki çekincelerin kaldırılması gerekir. Çünkü bu çekincelerin amacı uluslararası sözleşmelerin etkisini azaltmak, ortadan kaldırmak, tekçi ve merkeziyetçi yapıyı güçlendirmektir.”





